New York'tayız, kırklı ve ellili yılların arasında... Don Vito Corleone (Marlon Brando), güçlü bir mafya ailesinin başı. Uyuşturucu ticaretine girmemeyi seçmesi, ona bir klan düşmanlığı ve bir suikast girişimi getirir. Savaş gazisi olan oğlu Michael (Al Pacino), ailesinin ilerine karışmamayı tercih eder. Fakat babasını korumak ve onu savunmak için, sonunda onun işlerini devralır ve kendini kana bulamaktan kaçamaz...
Paramount, filmi bir İtalyan-Amerikalı yönetmene vermeyi düşünür. Sergio Leone'ye tekif eder, ancak Leone kabul etmez ve kendi tarzında bir mafya filmi olan Bir Zamanlar Amerika'da 'yı çeker. Peter Bogdanovich, Elia Kazan, Arthur Penn, Costa Gavras ve Sam Peckinpah gibi isimler de düşünülen yönetmenler arasındadır. Ancak sonunda, henüz pek tanınmayan ve İtalyan kökenli olan 32 yaşındaki Francis Ford Coppola'da karar kılınır. Coppola, başta bu teklifi reddeder, çünkü Warner Bros ile L'uomo che fuggi dal futuro isimli George Lucas filminde çalışıyordur. Ancak bu film gişede başarısız olunca, Warner'a borçlarını ödeyebilmek için teklifi kabul eder.
Filmin, oldukça ekonomik bir bütçeyle yapılması planlanır. Fakat Coppola, başlangıç olarak çekimlerin Saint Louis yerine New York'ta yapılmasını sağlar ve hikayenin çekildiği dönemde değil, kırklı yıllarda geçmesi gerektiğini savunur. Böylece bütçe, Paramount'un hiç hoşuna gitmese de artmaya başlar. Bu bütçe sorunlarının yanında başka sorunlar da yaşanır. Örneğin Frank Sinatra, Johnny Fontane karakterinin kendisinden esinlendiğini düşünüp, Amerikan mafyasıyla olan bağlantılarının yeniden gündeme gelmesinden endişe ederek film üzerinde baskı kurmaya çalışır. Ayrıca Colombo mafya ailesi de, filme itiraz ederek İtalyan-Amerikalıların tümünün mafya olarak görülmesini istemedikleri gerekçesiyle Baba'yı boykot etmeye çalışır.
Baba'nın tarihe geçmesinin pek çok nedeni var. Bunların ilki, hiç şüphesiz ki Marlon Brando'nun ikonik hale getirdiği Don Vito Corleone karakteridir; Brando, Ernest Borgnine,Orson Welles, Gian Maria Volonte ve Burt Lancaster gibi isimleri geride bırakarak bu rolü kazanır. Brando o dönemde 47 yaşındadır ve rolü çok daha yaşlı görünmek için çalışarak canlandırır. Don Vito'ya o belirgin çene yapısını vermek fikri de ona aittir. Efsanelere göre, Brando yanaklarını şişrmek için ağzına pamuk koyar, böylece Don Vito'ya hafızalardan silinmeyecek bir görüntü kazandırır. Bu doğrudur ancak, bunu sadece seçmelerde yapmıştır;asıl çekimlerde bir dişçinin özel olarak yaptığı bir cihaz takar. Bu cihaz, bugün Queens, New York'ta American Museum of the Moving Image'de sergilenmektedir.
Don Vito Corleone'nin sert ve tehditkar imajını düşündüğümüzde, sette şakacı bir Brando hayal etmek zor... Ancak Brando, şaka yapmayı çok sever; hastaneden döndüğü sahnede sedyeyle odasına taşındığı sırada, battaniyenin altına ağırlıklar koyar, yükü 300 kiloya çıkarır, sedyeyi taşıyan aktörlere zor anlar yaşatır. Yine, Luca Brasi'yi canlandıran ve yanında oynamaktan dolayı oldukça gergin olan Lenny Montana'yı şaka yollu "git başımdan" yazılı bir kartla karşılar.
Brando, ünlü Metot Oyunculuğu gereği repliklerini pek ezberlemez; setin çeşitli yerlerine yerleştirilen kartlardan okur. Onun için replikleri soğuk kanlılıkla prova yapmadan okumak en otantik oyunculuğu sağlar.
Filmin hikayesi ve karakterlerinin cazibesine kapılmışken, Baba'yı benzersiz kılan bir diğer önemli unsuru gözden kaçırmamalıyız: Gordon Willis'in sinematografisi... Willis, her sahneyi adeta bir tablo gibi ele alarak, her karesine özenle gölge ve ışık ekler. Caravaggio'nun tablolarını andıran bu teknik, sadece estetik açıdan değil, simgesel olarak da anlam taşır ve sonunda herkesi yutan karanlığı ima eder. Willis, sette "Karanlıklar Prensi" olarak adlandırılır çünkü setleri oldukça loş tutar. Paramount yöneticileri, çekimlerin çok karanlık olduğunu düşünse de Willis ve Coppola, ışık kullanımının Corleone ailesinin ilişkilerindeki gölgeleri vurgulamak için gerekli olduğunu savunarak ikna etmeyi başarırlar. Bu karanlık odalar, bizi sürekli bir korku, tereddüt ve endişe içinde tutarak hikayeye daha derinden bağlanmamızı sağlar.
Aile ve Güç İlişkisi
Üçlemenin merkezinde Corleone ailesi ve onun içindeki güç dinamikleri yer alır. Filmde aile kavramı, sıradan bir bağdan öte, kutsal ve korunaklı bir yapıdır. Corleone ailesi için "aile" hem bir sığınak hem de adeta bir hapishanedir. Felsefi açıdan bu, varoluşçuluğun temel sorularına da işaret eder; insan, kendini ne kadar bir grubun veya kimliğin parçası olarak görürse o denli özgürlüğünü kaybeder mi? Aile, sevgi ve bağlılık sunarken, bireyin kendini bulma yolculuğunu sınırlandıran bir yapıdır. Michael Corleone , babası Vito Corleone'nin mirasını devraldığında, bu çelişkiyi derinden yaşar. Ailesinin güvenliğini sağlamak uğruna, gitgide daha yalnız, daha karanlık bir yola sürüklenir.
Vito Corleone'nin gücü ve iktidarı, sevgi ve sadakatten kaynaklanır. Ancak bu sadakat, baskı ve korku yoluyla da sağlanır. Bu ikilem, Machiavelli’nin Prens adlı eserinde işlenen "Sevilmek mi yoksa korkulmak mı daha iyidir?" sorusunu çağrıştırır. Vito Corleone’nin, düşmanları üzerinde hem sevgi hem de korku uyandırarak elde ettiği bu güç, Michael’in döneminde şiddet ve acı dolu bir şeye dönüşür. Aile, Michael için bir yük olurken, babası Vito için hayatta kalma mücadelesinin merkezindedir.
Amerikan Rüyası ve Etik Çelişkiler
The Godfather aynı zamanda Amerikan Rüyası'nın karanlık yüzüne de ayna tutar. Corleone ailesinin İtalya’dan Amerika’ya göçü, bir özgürlük ve fırsat arayışını simgeler. Ancak bu rüya, kısa sürede yozlaşmış bir güç arayışına dönüşür. Aile, Amerika’da başarılı olma yolunda toplumun ve yasaların dışında, kendi adalet sistemini kurar. Michael Corleone'nin yükselişi, başarıya ulaşmak için her yolu mübah gören bir zihniyeti simgeler; Amerikan Rüyası'nın masumiyetinin kayboluşuna bir göndermedir.
Burada felsefi bir soru öne çıkar: Başarı ve güç elde etmek uğruna ne kadar ileri gitmeliyiz? Aristoteles'in ahlâk felsefesinde "Altın Orta Yolu" bulmak önemlidir. Ancak Michael, Amerikan Rüyası'nı gerçekleştirmek için bu orta yolu terk eder ve en uç noktalara kadar gider. Bu durumda, üçleme bize bir ahlâki ders de verir: Güce olan arzunun, insanın kendini ve etrafındakileri yok etmesine neden olan bir canavara dönüşmesi an meselesidir
Güç ve Kaderin Çatışması
Kader teması, üçlemenin merkezinde yer alan en önemli kavramlardan biridir. Michael, kendi seçimlerinin kurbanı olmasına rağmen, kaçınılmaz bir kadere doğru sürüklendiğini hisseder. Michael’in yolculuğu, Yunan trajedilerini andırır; özellikle Sophokles’in Kral Oidipus'unda olduğu gibi, kahramanın kaderini ne kadar değiştirmeye çalışırsa çalışsın, sonunda kaçınılmaz olanla yüzleşmesi. Michael, kendini Corleone ailesinin başı olarak bulduğunda, kontrolü kaybetmekten korksa da aslında kaderin onu geri dönülmez bir yola sürüklediğini bilir. Kaderi kabul edişi, bireyin özgür iradesiyle olan ilişkisini sorgulayan varoluşsal bir açmazdır.
Burada, Sartre’ın özgürlük kavramına da atıfta bulunabiliriz. Sartre’a göre insan özgürdür ve yaptığı seçimlerin sorumluluğunu taşır. Ancak Michael, her ne kadar kendi seçimlerini yapıyor gibi görünse de, ailesinin mirası ve toplumsal baskılar nedeniyle bu seçimleri yapmaya mecbur hisseder. Üçlemede Michael'in düştüğü en büyük yanılgı, kaderini değiştirebileceğine olan inancıdır. Ancak ne yaparsa yapsın, sonunda babasının yolunu takip etmeye mahkûm olur.
Adalet, İntikam ve Ahlaki Görelilik
The Godfather, aynı zamanda adalet ve intikam arasındaki ince çizgiyi irdeler. Corleone ailesi için adalet, intikamla eşdeğer bir kavramdır. Onların adalet anlayışı, toplumun yasalarıyla değil, kendi ahlak kodlarıyla şekillenir. Adalet ve intikam kavramları arasındaki bu bulanık çizgi, Nietzsche’nin "güç istenci" kavramını akla getirir. Nietzsche’ye göre, insan doğası gereği güce açtır ve her birey, kendini gerçekleştirme yolunda bu gücü elde etmek için çabalar. Corleone ailesi için de adalet, toplumsal barışı sağlama amacı taşımaktan çok, kendi güçlerini koruma ve düşmanlarına üstünlük sağlama aracıdır. Bu ahlâki görelilik, Michael’in aileyi koruma arzusuyla başkalarını yok etme eylemi arasında bir çatışma yaratır.
Üçlemenin sonunda Michael, her şeyini kaybeder ve yalnız kalır. Kendini adaleti sağlama adına yola çıktığı bir savaşta bulmuşken, bu adaletin en çok sevdiklerini kaybetmesine neden olduğunu fark eder. Bu noktada, karakterin ahlaki bir boşluğa düştüğü görülür. Artık adalet veya intikam için değil, sadece hayatta kalmak için savaşan biri haline gelir.
Sanatsal ve Sinematografik Yansımalar
Üçlemenin edebi ve sinematografik anlatımı, izleyiciyi büyüleyici bir karanlık yolculuğa davet eder. Coppola, her bir sahneyi incelikle tasarlayarak, karakterlerin ruh hâllerini ve olayların derin anlamını görsel bir şölenle aktarır. Özellikle ışık kullanımı ve gölgeler, karakterlerin içsel çatışmalarını yansıtan bir araç haline gelir. Bir sahnedeki gölgelerin yoğunluğu, karakterin içinde bulunduğu moral bozukluğunu veya içsel karanlığını simgeler. Bu estetik anlatım, Dostoyevski’nin karanlık ve karmaşık karakter analizlerini hatırlatır; aynı zamanda Shakespeare'in trajik kahramanlarının çarpıcı portrelerine benzer.
The Godfather üçlemesi, sadece bir mafya hikâyesi değil, insan ruhunun derinliklerine inen felsefi bir yolculuktur. Bu eser, ahlâk, güç, sadakat, adalet ve kader gibi temalarla, izleyiciyi kendine çeker ve insanın kendi içsel çatışmalarını, güç hırsını ve kaderin değişmezliğini sorgulatır. Edebiyat ve felsefenin buluştuğu bu üçleme, toplumsal yapıların eleştirisinden bireysel varoluşun karmaşıklığına kadar birçok alanda etkileyici bir perspektif sunar. Üçleme, sinema tarihindeki en büyük destanlardan biri olarak, izleyiciyi ahlaki bir muhasebeye ve insan doğası üzerine derin düşüncelere davet eder.
Comments